25 Temmuz 2013 Perşembe

Türkiye'de Siyaset Bu Kadar Ciddi Bir İş Mi?

Ülkemizde seçimler öncesinde anketler yapılır , seçim sonuçları bir süre tartışılır. Arada bir işler kötü gidince erken seçim lafları duyulur. Eskiden farklı olarak siyaset kültürümüzde darbe olgusuna pek rastlanmıyor. Aslına bakılırsa askeri müdahaleler Türk Siyasal hayatının en önemli kilometre taşlarını oluşturmuştur. Seçim zamanından arda kalan dönemlerde ise ülkemizde toplumsal olarak siyasete halkımızın tam olarak entegre olduğunu söylemek zor. Elbette bazı istisnalar oldu geçmişte ve yakın zamanda. Gezi parkı olayları gibi. Ama çok partili yaşama geçtiğimiz 1946 senesinden bu güne asla tam olarak halka yayılmış bir siyaset kültüründen bahsedemeyiz.

Sorunun temeline inmek için biraz daha eskilere gitmek lazım. Osmanlı Dönemine.Osmanlı İmparatorluğunda padişahlar ülkeyi uzun yıllar gerçek anlamda tek başlarına yönettiler. Aldıkları kararları bırakın değiştirmek sorgulamak bile mümkün değildi. Meşruti monarşiye geçiş ise çok da halkın isteğiyle gerçekleşmedi. Asıl olan zihniyet güçlü  bir padişahın başa gelip imparatorluğu ileriye götürmesi ya da darboğazdan kurtarması idi. Böyle bir anlayışta gerçekleşti aslında Kurtuluş Savaşıda. Atatürk'ün sıradışı başarısı ve karizması olmasaydı bitkin ve yenik halkın uyanması pek de mümkün görünmüyordu. Sadece Milli Mücadele Dönemi değil Atatürk'ün ölene dek ülkeyi yönettiği tüm dönemde alınan kararlar çok da toplumsal tabanlı değildi. Devrimler adından da anlaşılacağı üzere toplumun isteği üzerine gerçekleşmesi gereken oluşumlar iken tam tersine Atatürk'ün önderliğinde  hayat bulmuştu. Oldukça kısa bir sürede Atatürk yepyeni bir ülke yaratmıştı. Bunu başarırken belki halkın çok büyük desteğini almamıştı. Ama çok da ciddi bir bölümün muhalefetini de toplamamıştı. Sonuçta Kurtuluş Savaşını kazanan başkomutan olarak toplumun gözünde büyük bir değere sahipti . Bu güçle toplumu model olarak aldığı Batılı bir medeniyete dönüştürmek için de devrimleri tek başına gerçekleştirmişti.Geriye dönüp baktığımızda da bütün bir Türkiye Tarihini gözönüne alırsak bu durumun başka türlü gerçekleşmesi de pek  mümkün görünmüyordu. Çünkü Osmanlıdan gelen zihniyette bir farklılık olmamıştı. Toplum Osmanlının en güçlü zamanlarında da aynıydı , I.Dünya Savaşında da Cumhuriyetin ilk yıllarında da. Toplumu bu durumdan kurtarmak için en büyük mücadeyi de Atatürk'ün bizzat kendisi verdi. Köy enstitüleri ve halk evleri bu anlayışın ürünleri idi.



Çok partili döneme gelirsek bahsedilen anlayışın büyük bir değişikliğe uğramadığını görüyoruz. Türk halkının kurtarıcı arayışı asla bitmedi. Bu kah baba oldu kah karaoğlan. Ama ciddi bir siyasi örgüt ve toplumsal kamuoyu anlayışı asla olmadı. Yetmişli yıllarda sol kültürünü saymazsak siyasi düşünce ve politik kimlik ciddi olarak halkın tabanına yayılmadı. Seçim sonuçlarını bazen liderlerin seçim öncesi bir iki küçük demeci ya da basının birkaç haberi belirledi.

Bu noktada belki de din olgusuna ayrı bir parentez açmak lazım. Özellikle dini inançları kuvvettli olan seçmenler için seçim tercihleri sözkonusu olunca siyasi partilerin bu konudaki yaklaşımları her zaman önemli oldu. Demokrat Parti bu akımın ilk önemli temsilcisi oldu. Aslına bakılırsa da bütün bir başarısının da bu anlayıştan geldiğini söylemek mümkün. Sonuçta alternatif olarak karşısına çıktığı CHP'den tek ayrıştığı nokta bu idi. Bu keskin ayrım 1950'lerden bugune dek sürdü. Bu kimi zaman Adalet Partisi-CHP kimi zaman da AKP-CHP olarak somutlaştı.



Askeri darbeler ise Türk Siyasal hayatında belki de siyasetin kendi araçlarından daha çok belirleyici oldu. 1961 darbesi yepyeni bir anayasayı beraberinde getirirken 1980 darbesi ise 1971 yılında törpülenen 1961 darbesinin anayasasını tamamen ortadan kaldırdı. Bir nevi  siyasal iktidarların yapması gerekenleri askeri yönetimler gerçekleştirdi.


Ülkemizde bunca yıl geçmesine rağmen demokratik siyasi hayatın toplumla bütünleştiğini görmek mümkün değil. Belki de futbol taraftarlığı bile insanlar tarafından daha ciddiye alınıyor. Basından haberler takip ediliyor, maçlara gidiliyor, yorumlar , programlar yapılıyor. Siyasette ise hala halkın büyük bir kısmı takım tutar gibi parti tutuyor. Kimisi babasının kimisi ise kocasının dediği partiye oy veriyor. Ne siyasi partilerin kendileri ne de toplum siyaset adına kendi üzerine düşen görevi yerine getiremiyor. Bütün bunun sonucunda ortaya çıkan  ise doğal olarak Siyasal Kültür olmuyor.  

21 Temmuz 2013 Pazar

Nazi Almanyası'nın Gizli Lideri : Joseph Goebbels




Hitler'in ardından sayısız kitap yazıldı. Araştırmalar yapıldı. Siyasi hayatından önceki dönem incelenip onun dünya tarihine yön veren korkunç kararları anlaşılmaya çalışıldı. Hala 2. Dünya Savaşı ve Nazi Almanyası anlaşılmaya çalışılırken yapılan en büyük yanlışlardan biri de bu. Bütün olanları sadece Hitler üzerinden açıklamaya çalışmak. Bütün olan bitenin sadece Hitler'in hasta ruhlu bir birey olmasından kaynaklandığını ortaya koymak aslında sadece Nazi dönemine yönelik bir davranış biçimi değil. Günümüzde bile birçok durumda karşımıza çıkan bu tutum sosyal bilimlerin varoluş nedenini de tümden inkar ediyor bir bakıma.

Nazi dönemine yönelik olarak yapılan ciddi belgesel çalışmaları Goebbels'in de Hitler kadar Nazi Almanyasında etkili ve güçlü bir birey olduğunu ortaya koyuyor. Evet Hitler yazımızın başında da belirtildiği gibi  yapılan çalışmalarda da yer aldığı üzere siyasete girmeden önce oldukça olumsuz bir hayat hikayesine sahip. Günlük deyişle bir nevi loser yani. Sadece Hitler değil birçok Nasyonal Sosyalist partisi yöneticilerinin de ortak özelliği bu. Genelde Nazi çatısı altında toplanmadan önceki hayatlarında başarısız ve silik tipler olmaları. Bir nevi kaybedenler kulubü yani.



Goebbels'i  yakından tanıyalım. Ayağının tekinin ciddi olarak sakat oluşu nedeni ile askerlik yapamamış biri. Kısa boyu ve bedensel engelli oluşunun onun sosyal hayatını tam olarak ne kadar etkilediğini bilmemiz imkansız olsa da çok da iyimser tahminler de bulunamayacağız. Özellikle Nazi Almanyasında güçlü bir politikacı olduktan sonra Yahudiler hakkında söyledikleri de bu tezimizi güçlü kılıyor.Siyasi hayatı öncesinde teoriye kayan bir profili var. Alman dili ve tarihi okuması da oldukça manidar. Asker ağırlıklı partide teorik yönü ağır basan ender kişilerden biri olarak örgüt içinde hızla yükseliyor. Bu durum ona daha 1933 yılında Propaganda bakanlığının yolunu açıyor. Burda biraz duraklamak lazım. Evet sene henüz 1933 ve günümüzün teknolojik imkanları ile o zamanın koşullarını kıyaslamak bile abest. Ama buna rağmen Goebbels'in Hitleri ikna edip böyle bir bakanlığın önünü açması ve kendisinin bu koltuğa oturması bile onun ne denli zeki biri olduğunun göstergesi. O dönem itibari ile bu işi yapabilmenin tek aracı ise sinema. Goebbels de bakanlığında en önemli siyasi kararları Alman Halkına parti tarafından çekilen propaganda filmleri ile empoze ediyor. Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir uygulama. Genel olarak Naziler iktidara geldikten savaşı kaybettikleri güne kadar da Goebbels'in bu etkinliği devam ediyor. Üstüne üstelik Hitler'in alacağı önemli kararlarda da etkılı oluyor kendısı. Yani bir nevi Hitler'in başdanışmanı. Bütün bu anlattıklarımız Goebbels'i övdüğümüz anlamına gelmesin . Ortaya koymaya çalıştığımız Nazi Almanyasının sadece Hitlerden ibaret olmadığı. Goebbels'in de o dönem içinde ne kadar etkili olduğunu ortaya koymak istiyoruz. Sonuçta adı geçen dönem milyonlarca sivilin hayatını kaybettiği insanlık tarihinin en büyük acılarının yaşandığı günler.



2. Dünya savaşı devam ettikçe Hitler'in takımındaki güçlü kişilikler teker teker çeşitli sebeplerle partiden ayrılıyorlar. Ama Goebbels savaşın son gününe dek Hitler'in yanında kalmaya devam ediyor. Savaşı kazanmak adına bütün yolları deniyor. Özellikle Hitler siyasi ve askeri kararları alırken bu kararların toplum tarafından desteklenmesi ve halkın moralinin de yüksek tutulması açısında radyo ve sinema gibi kitle iletişim araçlarını sonuna dek kullanıyor. Dönem yaşananlarla ve sonuçları ile kötü izler bıraksa da Goebbels aslında dünya siyasi tarihinin geleceği için bir model oluşturuyor. Kitlelerin nasıl etkileneceği ve kontrol altında tutulup yönlendirileceği hususunda bir ilk yaptıkları ile. Daha sonra seçim kampanyalarından , savaş için meclisten yetki almaya değin birçok siyasi eylem de bu uygulamalar karşımıza çıkacak Dünya Siyasi tarihinde.



''Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar. Hıristiyanlığın bu kadar etkili olmasının sebebi 2000 yıldır aynı şeyi söylüyor olması." sözünün sahibi de bizzat kendisi.

Son olarak bilmeyenler için ölümünden de bahsedelim.Savaşın son günlerine değin Hitler'in yanında kalıyor.Hitler'in intihar etmesinin ardından bir günlüğüne Şansölye oluyor. Sonrasında da karısı altı çocuğunu zehirleyerek öldürüyor. Ardından da Goebbels önce karısını sonra da kendisini vuruyor.

Yunanistan : Başka Bir Hayat Başka Bir Dünya

Bundan yaklaşık olarak bir ay önce Yunanistan' a yapacağım tur öncesi kafamdaki Yunanistan algısı ile şimdiki Yunanistan algısı çok farklı. Gitmeden önce her ne kadar şövenist bir insan olmasam da ilkokuldan itibaren  bir numaralı tarihi düşmanımız olarak öğretilen bir ülkeyi ziyaret edeceğimden birtakım kuşkular içerisindeydim. Üstüne üstelik tarihlerinin en büyük ekonomik krizlerinin devam ettiği bir dönemde. Acaba Türkçe konuşmam Atina sokaklarında sıkıntı yaratacak mıydı? Kaba Yunan erkekleri güzel Yunan kızlarına bakmama bozulup beni kovalayacaklar mıydı? Gerçekten kafamda hep bu sorularla Selanik' e doğru yol aldığımda beni şaşırtan ilk bilgileri yirmi yıl Yunanistanda yaşayan ve halihazırda turların yoğunluğu nedeni ile yılın büyük bir bölümünü bu ülkede geçiren rehberimiz verecekti. Bizlere koskaca ülkede sadece ama sadece bir Avm olduğunu söylemesi küçük bir şok yarattı hepimizin üzerinde. Tam da Gezi olayları hala etkisini devam ettirirken ülkemde. Hem de Avrupa yakasında oturan ve yeşile hasret, Avmlerden nefret eden biri olarak bunu duymak beni de daha da şaşırttı. Ama bu henüz başlangıçtı. Ardından ülkenin tüm nüfusunun 11 milyon olduğunu söylemesi büyük bir kahkaka patlatmama neden oldu. Ne de olsa 15 milyonluk bir şehirde yaşıyordum. Her sabah işe giderken insanları ekarte etmeye çalışırken daha mesai başlamadan yorulan da bendim.



Selanik' e girdikten sonra ilk dikkatimi çeken evlerin tamamına yakının iki üç katlı ve beyaz renkli olmasa idi. Kordona ulaştığımda ise sahil boyunun tamamen boş bırakılıp çay bahçeleri ile doldurulmaması ve denizin temizliği karşısında içim cız etti. Sahilin karşısına geçip cafelerin olduğu yere geçtiğimde ise bir anda kendimi cennette sandım. Yanımdan bir erkek geçiyorsa beş kız geçiyordu. Hemen hepsi birbirinden güzel olan bu kızlar olabildiğince sade, makyajdan uzak ve formda idiler.Üstüne üstelik onlara baktığımda da kendilerini bir anda Adriana Lima sanmak ve başlarını çevirmek bir yana hafiften tebessüm ediyorlardı. Sigara tüketimleri oldukça azdı. Yerler de izmarite rastlamadım. İnsanlar olabildiğince saygılı ve güleryüzlü idi. Atatürk'ün doğduğu evde fotoğraf çektim. Burda hemen yanıbaşımızda bir cafede oturan gençler bırakın laf atmayı bize gülümseyerek baktılar. Açıkçası yavaştan mahçup olmaya başlıyordum. Bir başka ilgimi çeken nokta da başta gençler olmak üzere bütün toplumun bizdeki gibi cep telefonu takıntısı olmaması idi. Çay bahçelerinde ve cafelerde otururken resim çekip facebookta paylaşmak gibi bir dertleri de yoktu.Ya da laptoplarını alıpta gelmemişlerdi.Güzelce sohbet ediyorlardı. Bu manzara ziyaret ettiğim diğer şehirlerde de geçerliydi. Başkent Atina da bile. Yani hayatı facebook ve twitterdan ibaret görmüyorlardı. Avrupanın göbeğinde bir o kadar modern iken bir yandan da ruhlarını teknolojiye teslim etmemişlerdi Yunan komşularımız. Caddelerde farklı muhitlerde dolaşmamıza rağmen beş gün boyunca lüks otomobillere rastlamadık. Klakson seslerine de. Ya da bağıra çağıra cep telefonu ile konuşan insanlara.


Turun ikinci gününden itibaren ülkeye alışmaya başladım . Çekingenliğimi üstümden atıp yemek yediğim yerde çalışan gençlerle kısa sohbetler yaptım. Ülkelerini övdüm. Türk olmamdan kaynaklı herhangi bir olumsuz reaksiyon almak bir yana tam tersine pozitif paylaşımlarda bulundum. Hatta bir tanesini de İstanbulu çok merak ettiğinden ülkemize davet ettim. Kaldığım beş gün boyunca Yunanistanda Selanik, Atina, Kalambaka ve Kavalayı görme şansım oldu. Bütün bu şehirlerde dikkatimi çeken ve ülkemde arar olduğum temel bir diğer nokta da havanın temizliği idi. Gerek binaların yüksek olmaması gerek bilinçsiz bir sanayi ve ulaşım politikasının olmaması bu durumun bir numaralı nedeni idi.



İstanbula döndüğümüde tadına doyamadağım Kavala kurabiyesi , İstanbula davet ederken öptüğüm güzel Yunan kızının kızarmış yanakları, Acropolisten görünen muhteşem Atina manzarası ve birbütün olarak güzel Yunanistan algısı beni giderken sahip olduğumdan algıdan tamamen uzaklaştırmıştı. Belki de bana da iyi bir ders olmuştu bu önyargıdan uzak durma adına. Ama ilerleyen günlerde İstanbul'un gürültüsü , kaosu, düzensizliği yeniden beni içine çekmeye başlayınca bu sefer başka bir ruh haline büründüm. Buruklaştım ve sormaya başladım benim ülkem neden böyle. Tam bunu sorarken ışıklarda duruyordum. Yanımdan geçen bir arabanın şöförü sigara paketini camdan ayağıma fırlattı. Evet dedim kendime. Rüya sona erdi. Gerçek hayata hoşgeldim.

Depeche Mode: Bitmeyen Senfoni

Seksenli yıllardaki müzik uzun yıllar eleştiri konusu olmuştu. Bilgisayar ilk kez bu dönem etkili olarak müzik dünyasına girmişti çünkü. Synth-pop da bu dönemin en önemli akımlarındandı. Özellikle seksenli yılların ortasında etkin olan birçok müzik grubu bu akımla beraber üne kavuşmuştu. Zamanla bu grupların birçoğu birer ikişer albümle tarihteki yerlerini alacaktı. Bu dönemin standart gruplarından biri olarak Depeche Mode ise seksenlerin sonundan itibaren önce bu akımdan kendini ayırmayı başaracak daha sonra kült albümler ve klasikleşen hitlerle dünya çapında bir üne kavuşacaktı. Dediğimiz dönemden bugüne dek birçok grup ya da şarkıcı sadece birkaç şarkı ya da bir albümle hatırlanırken nasıl oldu da Depeche Mode bugünlere dek gelebildi peki? Sansasyonla mı ? Politik bir kimlikle mi? Medya desteği ile mi? Elbette hayır. Tam tersine çok basitçe sadece ama sadece müzikle. İyi şarkılarla , teknolojik gelişmeleri gözardı etmeden ama kendi kimliğini de yitirmeden. Depeche Mode şu anda dünya üzerinde varlığını uzun süredir devam ettiren en etkili grup. Dünyanın dört bir yanında konserler veriyorlar. Ama grup üyelerinden herhangi birinin saçma sapan beyanatlarına da rastlamıyoruz medyada. Bence grubu geçmişten bugüne farklı kılan iki temel unsur var. Birincisi başlangıçta bir elektronik müzik grubu olarak kurulsalar da  zamanla farklı müzik türlerini şarkılarına içselleştirmeyi başşarabilmeleri. Jazz, rock, soul gibi farklı türleri kendi anlayışları ile bütünleştirmeleri onları sadece elektronik müzikten ibaret olmaktan başka bir düzeye ulaştırdı. İkinci unsur ise kuşkusuz Dave Gahan'ın vokal performansı. Gahan her şarkıyı muhteşem vokali ve sesi ile daha da değerli kıldı. Bu noktada Depeche Mode aslında biraz da Queen'in bir başka versiyonu gibi. Nasıl Queen bir rock grubu olarak opera, jazz, klasik müziği kendi sounduna kattı ise Depeche Mode da bunu elektronik müzikle başardı. Yine nasıl Queen Mercury ile şarkılarında eşsiz bir vokal güce ulaştı ise Depeche Mode da bunu Gahan ile başardı.



Son albümleri Delta Machine ile müzikseverleri etlilemeye devam ediyorlar. Ne grup olarak ne de kişisel olarak egolarına yenik düşmüş durumdalar. İlk albümlerini çıkarmalarından bu yana otuz sene geçmesine rağmen yıllanmış şarap gibiler. Hemen her sene albüm çıkarıp ticari kaygıların peşinden koşmamaları da onları daha da sempatik kılıyor. Çoğu kişinin içinden söyleyip dışa vurmaya nedense cesaret edemediğini ise biz burdan söyleyelim. Depeche Mode şu an dünyanın faal olan en iyi müzik grubu.Bir çeşit bitmeyen senfoni...